Hayatım durma noktasına gelmişti. Soluk alabiliyor, yiyebiliyor, içebiliyor, uyuyabiliyordum. Bunları yapmamak zaten elimde olan birşey değildi. Ama yaşamıyordum.
Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirmeyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi dahi bilmiyordum...
Hakikat hayatın anlamsız olduğuydu;
Sanki yaşayacağım kadar yaşamış, yürüyeceğim kadar yol yürümüştüm de bir uçurumun kenarına gelmiştim, önümde yokoluştan başka hiçbirşeyin olmadığını apaçık bir şekilde görebiliyordum. Durmam imkansızdı, geri dönmem imkansızdı, gözlerimi kapamam yada önümde ıstırptan yada ölüm gerçeğinden yani tamamen yok oluştan başka hiçbir şeyin olmadığını görmezden gelmem imkansızdı.
Ben daha fazla yaşayacak gücü kendimde bulamıyordum; karşı koyamadığım bir güç şu ya da bu şekilde beni bu hayattan kurtulmaya zorluyordu. Kendimi öldürmeyi arzuladığımı söyleyemem. Beni hayatın uzaklarına sürükleyen şey basit bir arzudan daha güçlü, daha esaslı ve daha büyük bir şeydi. Bu şey eski yaşama çabama benzeyen, ama onun tam zıddı bir güçtü. Bütün gücümle hayattan kopuyordum.
İşte o gün talihin yüzüne güldüğü biri olan ben, her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım ve şeytana uyarda hayatıma kolay yoldan son veririm diye silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum.
Ne istediğimi kendim de bilmiyordum; Hayattan korkuyordum . Hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, Ama genede hayattan bir şeyler bekliyordum.
Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka. Beni var eden "birisinin" varlığını kabul etmiyor olsamda bu açığa vuruş yani birisinin beni bu dünyaya koyarak bana kötü ve aptalca bir şaka yapmış oluşu bana tam da en doğal gelen ifade şekliydi.
Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğrendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl ulaştığımı, bu zirveden bakınca herşeyin nasıl ayaklarımın altında uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hatta (yaşamaya değer) hiçbirşeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nası gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi.
Evet, O birisi bu işten zevk alıyordu... (Ancak o birisi varsa da yoksa da ben kendimi hiç daha iyi hissetmiyordum. Ne tek tek yaptıklarıma, ne de hayatımın bütününe hiç bir mantıklı anlam veremiyordum. Beni şaşırtan tek şey bu gerçeği en başında anlamamış oluşumdu. Bugün yada yarın hastalık yada ölüm, sevdiklerime yada bana uğrayacak ve bizlerden geriye leş kokusundan ve kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er yada geç yaptığım işler herneyseler, unutulacak ve ben varolmuyor olacağım. O halde dah fazla çabalamak niye?
İnsan bu gerçeği nasıl olurda göremez?
Nasıl yaşamaya devam eder?
Şaşırtıcı olan işte budur. İnsan ancak hayattan sarhoş olmuşsa yaşamaya devam edebilir; Kişinin ayılır ayılmaz herşeyin basit ve de aptalca bir aldatmacadan ibaret olduğunu görmemesi imkansız.
İşte aynen böyle: Bunda ne eğlendirici ne de nükteli bir yan var, bu sadece zalimce ve aptalca.
Hayata dair mutluluklar aldatmacası artık beni kandırmıyordu. "Hayatın anlamını anlayamazsın, o yüzden düşünme, sadece yaşamaya bak." Bu sözü ne kadar çok işitmiş olursam olayım, artık yaşamaya bakamıyorum; zaten gereğinden fazla bir süre öyle yaptım. Artık gece ve gündüzün boyuna yer değiştirip bana ölümü getirişleri karşısında gözlerimi kapayamıyorum. Tek gördüğüm bu, çünkü tek gerçek bu.
Geri kalan ne varsa yalan.
"Ailem" dedim sonra kendime. Ama ailem de sadece birer insan. Ben nasıl geldiysem bu dünyaya, onlarda öyle geldiler; Onlarda ya bir yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar. Niçin yaşamaları gerekiyor ki? Neden onları sevmem, korumam, yetiştirmem ve de onlara göz kulak olmam gerekiyor ki?
Onlar da benim hissettiğim çaresizlikle yüz yüze gelsinler ya da aptal olsunlar diye mi? Onları seviyorsam eğer, onlardan hakikati saklayamam. Hakikat ise ölümün ta kendisidir.
Kendi hayatımı yaşıyor olmadıkça, başka bir hayatın dalgaları beni taşıyor oldukça, hayatın bir anlamı olduğuna inandıkça, ama bu anlamı tanımlayamadıkça; Hayatın, sanatın her türündeki yansımaları bana zevk veriyordu
hayata sanatın aynasından bakmak zevkli bir uğraştı. Ne var ki, hayatın anlamını aramaya başlayıp da kendi hayatımı yaşama zorunluluğumu hissetmeye başlayınca, o ayna benim için gereksiz, lüzumsuz, saçma ve acı veren bir şey oldu. Artık aynada gördüklerimle kendimi avutamıyorum, çünkü aynada durumumun aptalca ve ümitsiz olduğunu görüyordum. Ruhumun derinliklerinde hayatımın bir anlamı olduğuna inandığım vakitler, gördüğüm manzaranın keyfini pekala çıkarabiliyordum. O zamanlar hayatın gülünç, acıklı, dokunaklı, güzel ve korkunç ışık oyunları beni eğlendirebiliyordu.
Hepsi bu kadarla da kalmıyordu. Şayet basitçe, hayatın hiçbir anlamı olmadığını düşünüyor olsaydım, bunun benim kaderim olduğunu bilerek bu duruma sessizce katlanırdım. Ancak durumum beni hiç tatmin etmiyordu. Çıkışı olmayan bir ormanda yolunu kaybeden ve yolunu kaybettiği için de dehşete kapılan ve yolunu bulmak umuduyla oraya buraya koşuşturan birisi gibiydim; Attığı her adımda kafasının daha da karıştığının farkında olan, ama elinden oradan oraya koşuşturmaktan başka bir şeyde gelmeyen birisi gibi.
Bu, gerçekten korkunç bir durumdu. Yaşadığım dehşetten kurtulmak için ölmeyi istiyordum. Beni bekleyen son karşısında dehşete kapılmıştım. Hatta o sonun dehşetinin o an içinde bulunduğum durumdan çok daha berbat bir şey olduğunu da biliyor, ama gene de o sonu sabırsızlıkla bekleyemiyordum. Her halükarda kalbimdeki damarlardan birinin iflas edeceği, ya da içimde bir şeylerin patlayıp her şeyin sona ereceği yolundaki savımı ne kadar inandırıcı bulsam da, o sonu sabırsızlıkla bekleyemiyordum.
Karanlığın dehşeti öylesine büyüktü ki, kendimi bu dehşetten ilmik ya da kurşunla bir an önce kurtarmak istiyordum; Beni en güçlü şekilde intihara sürükleyen şey işte bu histi...
Lev Tolstoy - İtiraflarım - IV