Masonry denilen yığma tekniğinde geniş açıklıkları kemer, tonoz, kesişen tonoz ve kubbeyle geçmeyi Romalılar icat etmişlerdir.
Hristiyanlığın üçlü inancı ve ruhban sınıfının varlığı, lineer ve oturma düzenli ibadet şeklini de belirlediğinden, Roma bazilikalarının kiliseye dönüştürülmesinin önü açılmış, daha çok tonozlu yapıların benimsenmesine sebep olmuştur.
Gerçek anlamda, bildiğimiz büyük kubbe ise dünyada ilk kez Ayasofya'da hayat bulmuştur. İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra, kubbe formu ve fikri, Osmanlı yapı ustaları ve mimarlarının da zihinlerini açmış, bu formun nasıl uygulanacağı ve İslam felsefesiyle nasıl bağdaştırılacağı üzerine kafa patlatmışlardır. Fakat özellikle, Ayasofya'nın bir dönem restorasyonu sırasında, Sinan kubbenin yapı sırlarını, doğrularını ve yanlışlarını öğrenmiş ve mimarlık hayatında bunları geliştirmeyi kendine görev addedmiştir.
İslam ve kubbenin evliliği gerçek bir mimari ve felsefik zaferdir. Kubbe, semayı temsil eder. Altında ibadet eden inananlar ise, yüzleri Kıble'ye dönmüş tüm dünya üzerindeki müslümanlarla aynı sema altındaki birlikteliği. İslamiyetteki tek Tanrı inancı da mekanda eşitlik, ki bu da bir kare, daire veya çokgendir, gerektirdiğinden, bu izdüşümlerin yapım tekniği açısından en geniş açıklıkla geçilebileceği form da yine kubbe olmuştur.
Kubbenin ibadethanelerde kullanımı Sinan döneminde zirvesini yaşamıştır. Ayasofya'yı örnek alıp, ondan çok daha hafif, zarif, aydınlık ve güzel kubbeleri yine Sinan tasarlamış ve inşa etmiştir. Ayasofya'nın eliptik kubbesinin dar açıklık ölçüsünü Selimiye kubbesinde geçerken, uzun açıklık ölçüsünü geçmeyerek, eski ustalara ve Ayasofya'ya saygısını da ifade edecek kadar mütevazıdır.